© Copyright 2018 Mag Medya
blank
Başa Dön

Hava Açıldıkça Açıldı Gezmeye Doyamadık

Hava Açıldıkça Açıldı Gezmeye Doyamadık

Facebook Arkadaşım ve Cento Per Cento
Sonunda bende Facebook’tan ortaokul arkadaşımı buldum! Geçenlerde telefonumda bir friend request? Ortaokul arkadaşım Zübeyir.  Yıllardır görmüyorum, ne yapar? Ne eder? Nerede yaşar? Hemen merakla bakıyorum profiline ve ne görüyorum? Zübeyir Şaşmaz çok ünlü bir yönetmen olmuş. Tek bilmeyen de benmişim herhalde. “Kurtlar Vadisi Filistin”i, “Muro: Nalet Olsun içimdeki İnsan Sevgisine”yi çekmiş, daha bir sürü bir sürü başarılı iş yönetmiş. Bu şapşallığımı ört pas etmek için kendi kendime: insan kaç ortaokul arkadaşının soyadını bilir ki? Hem siması da çok değişmiş… Gibi cümleler kurup içimi rahatlatıyorum… Ve başlıyoruz sohbete… Tabi dile kolay kaç sene geçmiş Facebook’dan olacak iş değil, buluşalım en iyisi. Peki nerede? Erol, Varol Kaynar’ın Nişantaşı’nda açtığı Cento Per Cento’da. Mekanda daha önce bir diğer İtalyan Mezzaluna vardı. Ne yalan söyleyeyim Mezzaluna’nın her zaman yeri ayrı ama bu Nişantaşı şubesinde benim hep içim sıkılırdı. Özellikle alt katı insanın üstüne üstüne gelirdi sanki. Şimdi bunun için Sami Savatlı ne yaptı bilemem ama restoranın aşağı katı resmen ferahlamış, keyifle uzun süre oturabiliyorsunuz. Odun fırınının yanındaki duvarda da kitaplık misali kat kat odunlar dizili. Görsel olarak çok güzel duruyor ama neye takılıyorum? Ya oradan bir odun ustanın kafasına düşerse? Arkadan diğerleri de koyun misali sapır sapır düşmeye devam ederlerse? Neyse herhalde bunu düşünen ilk dahi ben değilimdir, önlemlerini almışlardır.

Yemeğe gelince; maalesef ki yanlış bir tercih yapmışım. Patlıcan, domates ve kekikli pappardelle yiyorum ama pek umduğum gibi değil. Belki de çapraz masadaki pizzadan gözümü alamadığım için kendi yemeğime konsantre olamıyor olabilirim. İnsanoğlu işte, komşunun kazı! Hı bir de çok aç gidenlere bir iyi bir de kötu haberim var. Kötü haber, porsiyonlar biraz küçük gelebilir. İyi haber, başlangıçlar çok lezzetli. Dolayısıyla, aman çok mu gelir? Direkt ana yemeğe mi geçsem? demeden işinizi garantiye alın derim.
En nihayetinde Ocak ayında açılmasına rağmen aylar sonra ancak gidebildiğim Cento Per Cento’da yıllar sonra arkadaşımı görmek, okul anıları, yemek, sohbet, kahkaha, her şey güzeldi.

CINNABONBON…
Havalar iyice ısınmadan kesinlikle gidilesi, tadılası, yenilesi, hayran kalınası bir tatlı var. Kaç yüz kaloridir bilemem ama yok böyle bir lezzet. Anlatmaya başlayacağım da kendimden korkmaya başladım, çünkü olacakları biliyorum. Yazı biter ben koşa koşa gider, yer, hacmime hacim katarım… Neyse artık başladım bile, zaten Sharon Stone bile müdavimiymiş demek ki iyi bir şey(!) aman Cinnabon’dan mı korkacağım? Anladığım kadarıyla anlatayım; özel, ince uzun hamurları var. Bunun arasına cevizdir, karameldir, çikolatadır vs. sosları, malzemeleri doldurarak hooop rulo yapıyorlar ve ılık servis ediyorlar. Son hamle olarak da üstüne sıcacık hafif ekşimsi tarçınlı krema sosu koyarak pimi çekiyorlar. İşte yıldızımız Cinnabon roll hazır. Kendileri memleketi Amerika’da ve daha birçok ülkede pek bir meşhur, İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde ve Metrocity’deki Schlotzsky’s şubelerinin içinde ikamet ediyor. Eskiden Bilkent, Ankuva’daki Schlotzsky’s de benzer bir Cinnamon roll yerdik. Sosu hafif benziyor hatta en son Filistin Tribeca’da da benzerini yedim aslında ama bu yinede apayrı. Bir de çeşitli cinnapack’ler var. Bunların kutuları var derin dondurucuda falan saklayıp ısıtılıp yenilebiliyor. E daha ben ne diyeyim? Nasıl anlatayım? Hı birde şey daha söylemeliyim ısırarak yememeli hatta bıçakla küçük lokmalar kesmeli ki, oramızdan buramızdan akan soslar dolayısıyla rezil olmayalım. Nerden mi biliyorum? Çapraz masada birebir tanık olup hemen çatalımı, bıçağımı kaptım. Tüm kibarlığımla minicik minicik lokmalarımı yerken, yüksek doz şeker ve damarlarımdaki Türk kanının verdiği girişimci fikirlerime engel olamıyorum. Bu sosu Abbas waffle’ına koysa… Ya da daha ince rulo waffle’lar yapsa, nutella, beyaz çikolata, fındık, fıstık içinde gezinse, bizde yesek? Ya da ben sadece lafı ortaya desem?
SAHİLDE BİR KORU BEBEK
Pazar sabahı nereye gitsek nereye? İlk akla gelen yerlerden biri Rumeli Hisarı. “Yemek Pazarı” için harika bir başlangıç. Hele bir de pazartesi günü her zamanki gibi diyete girilecekse, bal-kaymak, menemen, gözleme derken sucuktan, paçangadan çıkıveriyorsun. Ama ama… Bu güzelliği İstanbul’un %51’i yaşamak isteyince durum değişiyor. 10 kişi tepende bitse de gitse bakışları atarken işin keyfini çıkarmak hayli zor. Dolayısıyla bu seçeneği hafta içine saklamak, hatta sabahtan ofiste ruh gibi dolaşıp öğlen kahvaltısına(!) Rumeli’ye gelip ayılmak, olmayacak iş mi? Hadi o zaman, pazar kahvaltısında Bebek Koru’ya. Aslında burası daha ziyade mekan sahipleri Macit Bey ve Oya Hanım’ın evi gibi. Kapıdan girerken; kusura bakmayın bizde böyle aniden habersiz geldik ama müsait miydiniz? İşte bizde sizi de görmeden yapamadık. Ayıp olmazsa arkadaşlarımızı da getirdik… Tamam çok abarttım ama insan evde gibi hissediyor işte. Dekorasyonu da aynen öyle; oturma grupları, avizeler, duvarlarda Mehmet Günyeli eserleri, çerçevelerde torunlarla fotoğraflar vs. Neyse artık sadete ve saadete geleyim. İşte brunch zamanı. Aklımda kalanları hemen sıralıyorum: tereyağında mantar, sütlü yumurta ve omlet çeşitleri, kişler (denediklerim arasında Parisli quiche lorraine’e en yakını), krep, çocukluk lezzeti yumurtalı ekmek, kruasan, anne reçelleri, börekleri vs. neyse sanırım bu kadarı yeterli!

 

Böyle bir pazar gününden öyle bir anı:
Brunch sonudur ve kızlar çatlamak üzereyken Macit Bey gelir:
MB: Kızlar doydunuz mu?
K: Tabii tabii… Çok teşekkür ederiz… Çok doyduk… Her şey çok güzeldi… Yine çok yedik…
MB: Ama ben size tatlı ikram edecektim?
K: Kimseden çıt yok!
Herkes Gülmekten yerlerde
Tatlıyı da yedik tabii ki…

 

Son olarak bir şey eklemek istiyorum. Form tutacağım, gör bak neler yapacağım dönemindeysek de bildiğimiz, sıkıcı ızgara diyet tavuğu her nasıl yapıyorlarsa çok lezzetli oluyor.

İSPANYOL PERŞEMBESİ
Perşembe akşamı Cafe Swiss’te İspanyol gecelerinden birindeyim. Karnınız çok aç oluca hayal kırıklığına uğramaktan korktuğunuz olur mu? İtiraf edeyim, böyle zamanlarda beklentimi yüksek tutmamaya çalışıyorum. Mide gurultularıyla başladığım bir yemeği beğenmezsem, yerlerde dolaşan kan şekerim yüksek doz moral bozukluğu yapabiliyor. Tabi yinede içten içe açık büfe kaynaklı söndürülemez ümitler var mı? Sonuna kadar! Açık büfe demişken, konuyla alakalı bir serzenişte bulunacağım. Normal zamanda tabağında yemek bıraksan; yemeği beğenmemiş olabilirsin, konuşmaktan yemeğini soğutmuş olabilirsin, diyette olabilirsin, hatta istersen lokmalarını bile sayıyor olabilirsin ama açık büfede tabağında yemek bırakırsan açgözlüsün hatta abartayım, görgüsüzsün. Hiçte bile! Tamam belli bir doz bence de olmalı ama sanki büfede elinde çatalınla gezip tadına bakarak mı alıyorsun? Beğenmeme hakkın baki kalmalı. Neyse işte kibar kibar ama bir yandan da tabağımı maksimum verimli kullanmaya çalışarak başlıyorum İspanyol yemeklerini doldurmaya. Sonra bir an evvel hop hemen masaya. Yemeye başlayınca görüyorum ki aç kalma korkusu ve baştaki kuruntuların hepsi boşaymış. Arada beğenilmeyen bir şey olur dimi? Yok böyle güzel lezzetler ittifakı! Paella, tapas ve deniz ürünleriyle yapılan bir sürü şeyle doldurduğum göbeğim sanki ocak başından çıkmış gibi önden önden terk ediyor Swiss Oteli ama kimin umurunda? Yarın az yerim(?) Hem neyse ki tatlıları beğenmedim de oradan birazcık kalori kurtardım. Naçizane tavsiye, perşembe perşembe yapılabilecek güzel bir şey.

 

Yazar Hakkında /

Yazarımız hakkında kısa özgeçmişi çok yakında sayfamızda olacaktır.

Yorum Bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.