© Copyright 2018 Mag Medya
Başa Dön

Fransız Polinezyası Sosyete Adaları

Fransız Polinezyası Sosyete Adaları

Uykuda rüya mı görüyoruz, yoksa öldük cennete mi geldik? Hangi kelimelerle, hangi fotoğraflarla, nasıl anlatılabilir Sosyete Adaları’nın incileri Moorea, Huahine, Bora Bora…?

2012’nin Şubat ayı idi. Henüz Bahamalar’da tekneyle dolaşırken “2013 kışında nereye gitsek” düşüncesi içerisindeydik. Benhür’ün 3 okyanus projesinin son ayağı Pasifik olunca tabii ki akla ilk gelen Bora Bora oldu.

Mart ve Nisan ayları araştırma ile geçti. Öyle hemen karar vermekle olmuyor bu işler. Yağışı az, havanın ılık, sezonun biraz dışı olmalı ki dilediğimiz gibi gezelim. Kısaca meydan bize kalmalı! Genelde Şubat tatiline denk getirdiğimiz yurt dışı organizasyonlarımızı, bu seferlik Polinezya’da havanın biraz daha makul seviyede olacağı düşüncesiyle Mart ayına kaydırdık. Nisan-Kasım arası teknemizle eğitimlerimiz olduğundan daha da erteleyemiyoruz. Teknemizi kiraladığımız şirket de belli. O zaman geriye ekip kurmak ve uçuşları tespit etmek kalıyor.

İki hafta için yine 4 kabin bir katamaran kiraladık, ekiplerimizi kurduk. Niyetimiz ilk ekibimizle 1 hafta önceden gidip bir iki ada daha görmek, ikinci grubumuzla da dönüşte aktarma yapacağımız ülkede mola vermek. Polinezya’da ilk durağımız Başkent Papeete. Tüm uluslararası uçuşlar buradan yapılıyor. Aslında Avustralya veya Yeni Zelanda üzerinden uçmak istedikse de uçak biletlerinin kişi başı 5000 Avro’lara gelmesi sebebiyle Ankara-İstanbul-Los Angeles-Papeete rotasını tercih etmek zorunda kaldık. Bu noktada bir bilgi vermek istiyorum. Eğer Bora Bora’ya gitmek niyetindeyseniz uçuş planlamanızı mutlaka Papeete’ye, Papeete’den de iç hat kullanarak yapmanızı tavsiye ederiz. Yoksa İstanbul-Bora Bora uçuşu size 20.000 Avro’ya mal olabilir.

Heyecanlı bekleyiş 2 Mart sabahı Esenboğa’da sona erdi. Kolay değil, Türkiye’den en uzak noktaya gidiyoruz. Koca okyanusun ortasında küçücük bir adaya, üstelik belki de dünyanın en güzel adasına… Yaklaşık 15 saatlik uçuşun ardından Los Angeles’a vardık. 1 gece dinlendikten sonra 3 Mart Pazar öğle saatlerinde yeniden havaalanındayız. Çiçekli gömleği ile her halinden adalı olduğu belli Air Tahiti Nui görevlisi pasaportlarımızı görünce bizimle sohbete başladı. İki kere Bodrum’a, 1 kere İstanbul’a gelmiş, ülkemize hayran bir Tahitili, ne hoş bir tesadüf! Uçaktaki yerimizi aldık, son 8 saat… Kulaklarının arkasındaki Tiare çiçeklerinden bizlere de vererek başladı ikram. Uçak buram buram çiçek kokuyor; hani insanın içini ferahlatan, yüzünde sebepsiz bir gülümsemeye sebep olan bir koku.

Ve nihayetinde akşam saatlerinde Tahiti’ye, Papeete’ye indik. Gümrük mevzuatlarına göre yiyecek ve tohum, belirli bir miktarın üzerinde sigara sokmak kesinlikle yasak. Gerçi bize bir şey sormadılar ama ekibimizin bir iki karton sigarasına el koydular!

“Sepetten su” anlamına gelen Papeete, Fransız Polinezyası’nın başkentidir, ama Papeete’den çok, adanın adı olan Tahiti bilinir. Tahiti ise Polinezya’nın en büyük adasıdır. Toplam nüfusun neredeyse %70’i burada yaşar. Ana dilleri Fransızca. Büyük otellerde İngilizce konuşulsa da Fransızca biliyorsanız hayat çok kolaylaşıyor. Bir Tevfik Fikret mezunu olarak Fransızca’nın tüm avantajlarından istifa ettiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Para birimleri Ada Frank’ı. Dolar ve Avro’yla da ödeme yapabiliyorsunuz ama üstü mutlaka Frank şeklinde bir tomar bozukluk olarak geliyor.

Bir gecemizi de Papeete’de geçirip yaklaşık 35 dakikalık bir feribot seferiyle pazartesi öğlen Moorea Adası’na varıyoruz. Hava kapalı, hafif yağışlı ve biraz da serince. Hava tahminleri ileriki günleri açık veriyor. Ama adı üstünde “tahmin”! Gerçi yağmuru bile o kadar güzel ki “amaaan varsın yağsın, dünyanın öbür ucuna cennete gelmişiz, o kadar da olur” diyorum kendi kendime. Kitaplardan birinde gözüme çarpmıştı, Charles Darwin, Mercan Adaları oluşumları üzerine kuramını Tahiti’de bir dağın üzerinde Moorea’yı incelerken bulmuş!

Valizlerimizi beklerken “Tahitienne”lerin (Tahitili) muhtemelen kendi bahçelerinden toplayıp ayıklayarak sattıkları tropik meyvelerden alıyoruz; ananas, hindistancevizi ve mango. Bir yandan meyveleri yerken bir yandan da “acaba biz mi çok heyecanlıyız da meyvenin tadı bile farklı geliyor, yoksa gerçekten çok mu güzel?” diye aramızda konuşuyoruz. Valizler forkliftin üzerindeki ilkel bir konteynırın üzerinde önümüze bırakılıyor. Herkes sırayla valizini alıyor, araç parkına yöneliyor. Taksi arayışımız park yerindeki çığırtkanın yanımıza gelmesiyle sona eriyor. Çocukluğumda tüm durakları sayan minibüs çığırtkanları olurdu, o misal, bu adam da bağırıyordu: “Sofitel, Intercontinental, Hilton…” Sırayla bütün otellere uğrayan bir otobüse bindiriyor bizi. Meğer Albert’in tur otobüsüymüş! Albert’in Zürihli babası Moorea’ya 1925’te gelmiş. Adanın en eski turizmcilerinden biri olan Albert küçük yaştan itibaren çeşitli işlerde çalışarak önce taksi olarak kullanacağı “4L” (Renault Quatrelle) alır, sonra güzel bir araba ve akabinde eski bir otobüs. Günümüzde ise çocuklarıyla birlikte hem transfer yapar, hem günlük kara ve deniz gezileri düzenlermiş. Biz de 12 çocuğundan birine denk gelmişiz. Sağ olsun adayı tanıta tanıta bizi otelimize kadar götürdü. Biz de yağmurun ıslattığı çeşitli tonlardaki yeşile hayran hayran bakarak, kendisini dinledik.

Otele vardığımızda görevli Tahitili, elinde Tiare çiçekleriyle bizi bekliyordu. Kadın da erkek de takıyor bu çiçekleri kulaklarının arkasına. Ama bir raconu var: evliler sol, bekarlar sağ kulaklarına takıyorlar. Bir de Re Re’ler var. Geleneklere göre Polinezya’da üçüncü erkek çocuğu tanrılara kurban edilirmiş. Aileler de çocuklarını korumak için üçüncü erkek çocuklarını kız gibi giydirip, öyle yetiştirirlermiş. Tabi bu devirde kurban etme kalmamış. Fakat hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan her işi yapabilen Re Re’lere her yerde rastlamak mümkün.

Çiçekler kulağımızda, bir elimizde ananas sularımız diğerinde hindistancevizi kendimizi bir filmin başrol oyuncusu gibi hissediyoruz. Bizim seçimimiz Hilton’un özel havuzlu bahçe bungalovu, ekip üyelerimizin ki ise deniz üzeri panaromik manzaralı. İşin özü, onlar uyanınca gözlerini denizde yıkarken, biz bahçemizde oturup botanik seyrediyoruz. Eh hayatının büyük bölümünü denizde geçiren biri olarak kara seçimi yapmak çok da şaşırtıcı olmamalı!

Yeşiller, sarılar, kırmızılar ya Rabbim daha bahçesi böyleyse denizini düşünmek istemiyorum. Bungalovların içleri standart, sadece manzara farklı. Hiçbir odada ayrı yatak bulunmuyor. İlla “king size” dev yatakta yatacaksınız. Gerçi pek bir rahattı!

Bahçede değil sanki botanik parkında geziyoruz. Taşların arasından yeşiller fışkırıyor. Tanımadığımız ağaçlara şaşkın şaşkın bakıyoruz. Yine aynı koku, buram buram Tiare… Ve işte beklediğimiz manzara! Turkuaz sularda uzanan bungalovlar… Evler önemli değil. Ama o deniz, o manzara… I-ıh yok, olamaz! Daha burası böyle ise Bora Bora’da ne tepki vereceğiz biz?

Şezlonglara atıyoruz kendimizi, doyamıyoruz bakmaya. Deli gibi fotoğraf çekiyorum. Ama gördüğümü bulamıyorum! Her türlü filtreyi deniyorum, olmuyor. O zaman anlıyorum ki burada çekeceğim hiçbir fotoğraf çıplak gözle gördüğümüz güzellikleri anlatamayacak!

Yavaş yavaş havamız ısınıyor. Hava, deniz, musluk suyu 29 derece. Bu adada 3 gün kalıp başka bir adaya, Huahine’ye geçeceğiz. Günler su gibi akıp gidiyor.

Fransız Polinezyası doğa tutkunları ile huzur arayanların mutlaka gidip görmesi gereken bir yer. Adalarda gün çok erken başlayıp, çok erken sona eriyor. Gerçi biz de 12 saat farkı yiyince adalılar gibi sabah 5:30’da kalkıyor, akşam 21:30’da yatıyorduk. Hayat adalılar için turizm, turistler içinse dinlenme üzerine kurulmuş. Medeniyet oldukça uzak. İnternet imkanı çok kısıtlı.

Herkes, her şey ağır… Ama o huzur yok mu o huzur? Kalmıyor dert, akıyor gidiyor sanki…

Yaz yaz bitmez Polinezya! O yüzden kısa bir ara veriyorum. Önümüzdeki ay Moorea’nın karası ve Huahine’den devam edeceğiz. Bizi izlemeye devam edin!

Yazar Hakkında /

Yazarımız hakkında kısa özgeçmişi çok yakında sayfamızda olacaktır.

Yorum Bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.